
Ahmet Davutoğlu AKP döneminin en fazla tartışılan ve Türk Dış Politikasına en çok etki eden dışişleri bakanlarından biridir. Bunu olumlu veya olumsuz anlam yüklemekten ziyade bir durum tespiti olarak ifade ediyorum. Bugün bile Türkiye’nin Suriye politikasının getirdiği mülteci sorunundan dolayı Ahmet Davutoğlu haklı veya haksız gerekçelerle ağır bir şekilde eleştiriliyor. Esad yönetiminin devrilmesinden sonra ise Ahmet Davutoğlu bu gelişmeyi kendi başarı hanesine yazdırmaya çalışıyor.
AKP dış politikasının yere göre sığdırılamadığı 2010’lu yılların başında “komşularla sıfır sorun” politikasının mimarı dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu idi. Feridun Sinirlioğlu da adı geçenin müsteşarlığını yapıyordu. Sinirlioğlu 2009-2016 yılları arasında tam 7 sene Dışişleri Bakanlığı Müsteşarlığı yaparak kırılması zor bir rekora imza attı. Davutoğlu ve diğer AKP’li Dışişleri Bakanları kıyasıya eleştirilirken Sinirlioğlu kerameti kendinden menkul bir şekilde hep methiyelere mazhar oluyor(du).
Dolayısıyla eleştiri veya övgünün bir noktada sübjektif hale geldiği görülüyor. Bu nedenle bu yazıda 2010’lu yıllarda yanlış kararlar almaya neden olan, daha doğrusu yerinde kararlar almayı engelleyen bazı “içeriden gözlemlerimi” paylaşmak istiyorum. Suriye'de yaşanan onca acı ve gözyaşından sonra iktidarın değişmiş olması yanlışları ne yazık ki doğruya çevirmiyor.
Terörizmle Mücadele Küresel Forumu (TMKF)
2010’lu yılların başları Türkiye’nin dış politikada yıldızının parladığı dönemdi. O yıllarda Türkiye, ABD ile Terörizmle Mücadele Küresel Forumu’nun (TMKF) kurucu eş başkanlığını yapıyordu. TMKF Dışişleri Bakanları düzeyindeki ilk toplantısını 7 Haziran 2012’de İstanbul’da yapmıştı. Toplantının organizasyonunu da o dönemde çalıştığım Güvenlik ve İstihbarat Genel Müdür Yardımcılığı üstlenmişti. Bu nedenle Davutoğlu'nun 6-8 Haziran arasındaki programına yakından şahitlik ettim.
6 Haziran 2012 Salı günü Davutoğlu, hakkında verilen gensoru nedeniyle Ankara’da Meclis’te bulunuyordu. Gensoru önergesiyle ilgili Meclis’te konuşma yaptığı için ancak akşam saatlerinde İstanbul’a gelebilmişti.
İstanbul’a geldikten sonra Suriye’ye dair Dışişleri Bakanları düzeyinde yapılan olağanüstü bir toplantıya katıldı. 14 ülkenin katılımıyla gerçekleşen bu toplantı gece yarısına kadar sürdü. Toplantının hemen akabinde Davutoğlu bilgi vermek üzere dönemin Başbakanı Erdoğan'ı ziyaret etti.
Davutoğlu ertesi gün, yani 7 Haziran’da, çalışmaya erken saatte başlamıştı. Bu bağlamda, TMKF toplantısından önce, birlikte açılış konuşmasını yapacağı sabah Hillary Clinton’la çalışma kahvaltısında bir araya gelmişti.
Davutoğlu'nun TMKF açılış konuşmasını bizim daire hazırlamıştı. 29 ülkenin dışişleri bakanının katıldığı TMKF toplantısının diğer açılış konuşmasını ise Hillary Clinton yapacaktı. Davutoğlu’nun ve o dönemki ekibinin, bizim yazdığımız konuşmayı, Davutoğlu kameraların karşısında okurken ilk kez gördüğüne yemin edebilirim ama ispatlayamam. Hazırlıksız olduğu için Davutoğlu neredeyse kafasını hiç kaldırmadan önündeki kâğıdı okuyarak bir konuşma yaptı. Hillary Clinton’un çok daha rahat olduğunu anımsıyorum.
Tabii ki bu tarz konuşmalarda dünyaya verilmek istenen mesajlar bulunur. Konuşmayı hazırlayan alt düzey memurlar Bakanın vermek istediği mesajları tam aktaramayabilir. Bundan daha doğalı da olmaz. Verilmek istenen siyasi mesajlar normalde konuşmayı yapmadan önce Bakan veya danışmanları tarafından metne eklenir. Konuşmaya önceden çalışmayan Davutoğlu’nun bu siyasi mesajların eksikliğinden dolayı memnun olmadığını hatırlıyorum. Bu nedenle danışmanları kapanış konuşmasına siyasi mesajları hızlıca yetiştirmeye çalışmıştı.
Açılış konuşmalarından sonra ikili görüşmeler faslı başlamıştı. Davutoğlu 4 veya 5 ülkenin dışişleri bakanıyla görüşmüştü. Mısır ve Endonezya Dışişleri Bakanlarıyla yaptığı görüşmeye not tutucu olarak katılmıştım. Davutoğlu, Mübarek’in devrilmesinden sonra Mısır'daki askeri yönetimin Dışişleri Bakanı Mohamed Kamel Amr’la yaptığı görüşmede, demokrasi yanlısı olduğunu söylediği Mısır ordusu hakkında övgüler dizmişti. Mısırlı Bakanın yüz ifadelerinden bu övgülere şaşırdığını sezinlemiştim. Yine bu toplantıda Davutoğlu Suriye muhalefetinden isimleri hatırlamakta da zorlanmış ve garip bir diyalog faslı yaşanmıştı. Ne hikmetse bu görüşmeye dair hazırladığım toplantı tutanağı, Bakanlık jargonuyla servis notu, kayıtlara girmemişti. Endonezya Dışişleri Bakanı ise görüşmede çok somut bir talebini iletmişti. Yani görüşmeye hazırlıklı geldiği belli oluyordu. Davutoğlu ise hazırlıksızdı, bir yerde tıkanınca ve görüşme de akmayınca “getirin bana konuşma notlarını” demiş ve toplantının geri kalanında tabletten o notları okumuştu. Davutoğlu’nun diğer ikili görüşmelere de hazırlıksız girdiğini tahmin etmek zor değildi.
TMKF toplantısı öğlen yemeği ile son bulmuştu. Bu yemeğe zamanın AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton da katılmıştı. Yemekten sonra diğer yetkililerin de katılımıyla Türkiye-AB Bakanlar Düzeyindeki Siyasi Diyalog toplantısı düzenlenmişti.
O akşam, Davutoğlu bu defa ertesi gün, yani 8 Haziran’da, Trabzon’da düzenlenen Reform İzleme Grubu’nun (RİG) 26. Toplantısı ve Türkiye-Azerbaycan-Gürcistan Dışişleri Bakanları Üçlü Toplantısı’na katılmak üzere İstanbul’dan yola çıktı.
Bu üç gün zarfında yakından gördüğüm Davutoğlu, toplantılara hazırlıksız giren, zihnen yorgun ve aklı karışık bir insandı. Hillary Clinton’ın mustarip olduğunu bildiğimiz uzun ve sıkıcı derslerine de bu nedenle başvurduğunu düşünüyorum. Görüşmeler için yeterince hazırlanmazsanız somut konular yerine tarih dersi vermeye kalkarsınız.
TMKF demişken ve çalışma tarzından dem vurmuşken şu hatıramı da eklemesem eksik olur. TMKF toplantısına davet edilen ülkelerden biri de Yeni Zelanda’ydı. Yeni Zelanda, Dışişleri Bakanlarının TMKF toplantısının yapılacağı tarihten bir ay önce başka bir kıtalararası seyahat yapacağı için, yorgunluk dolayısıyla toplantıya katılamayacağını bildirmişti.
Bu cevabı okuduğumda şaşırmıştım. Çünkü Davutoğlu 8-14 Şubat 2012’de ABD’ye bir ziyaret gerçekleştirmiş, sonrasında Türkiye’ye geri dönmüş ve yalnızca bir hafta sonra 18-20 Şubat 2012’de G-20 toplantısı için Meksika’ya gitmişti. Yedi gün içinde iki kıtalararası uçuş yapmıştı. Dinç bir kafadan mı, sürekli yol yorgunluğu olan bir insandan mı daha sağlıklı kararlar çıkar sorusu üzerine düşünmek lazım.
O yıllarda Türkiye sayısız zirve yaptı, Davutoğlu aynı yoğunlukta sayısız görüşmeye katıldı. Kaldı ki Dışişleri Bakanlığı’nın ve Milli İstihbarat Teşkilatı’nın insan kaynakları, ne sayı ne de nitelik bakımından bu derece etkin ve hareketli bir dış politika izlemeye yeterliydi. Mesela Afrika açılımı yaptığımız yıllardı. Daha sonra Wikileaks’te okuduğumuz üzere ABD’nin Ankara Büyükelçiliği bu açılımı yapan daireyi “three-man department” diye dalgaya alıyordu.
Buna bir de klasik bir bürokrat refleksi olan sorumluluktan kaçma alışkanlığını ekleyin. Nihayetinde bürokraside en iyi iş yapanın değil, en az hata yapanın yükselmesi daha olasıdır. Dışişleri diplomatları da Bakanlıkta hayatta kalmak için en ufak bir inisiyatif almazlardı. Bu yüzden, en alt düzeyde rahatlıkla halledilebilecek bir harcama kararı veya teknik bir konu bile “Makama Not” yapılır ve bunlar neredeyse istisnasız silsile halinde Bakana kadar çıkardı. Daha sonra Büyükelçi olan bir daire başkanım mealen şöyle demişti: “Ne olursa yukarıya sallıyorsun, bırak onlar karar versin. Yarın ters bir şey olursa kapı gibi Bakan imzalı Makama Not dosyada. N’apalım, Makama sorduk, böyle uygun gördü dersin.” Yani Bakanlık çalışma tarzı da Bakanı mikro-yönetime zorluyordu.
Bilhassa kritik kararlar veren politikacıların zihinlerinin berrak ve dinlenmiş olması önemlidir. ABD eski Başkanlarından Bill Clinton da hayatında aldığı tüm yanlış kararları yorgunluk nedeniyle aldığını itiraf etmiştir. Sürekli koşuşturma halinde, bir toplantıdan diğerine giden, 7 gün içinde iki defa kıtalararası uçuş yapan bir beden ve zihinden sağlıklı kararlar çıkmasını beklemek çok zor. Davutoğlu’nun Bakanlık dönemi genel olarak işte bu şekilde bir yoğunlukla geçti. Ne yazık ki, Suriye konusu dahil birçok politikamızın temelleri böyle ortamlarda ve böyle zihinler tarafından atıldı.