TÜKETİM TOPLUMU VE KİMLİK İNŞASI

February 4, 2021
by Muhammed Sevim, published on 4 February 2021
TÜKETİM TOPLUMU VE KİMLİK İNŞASI

Teknolojinin ev hayatımızdan iş hayatımıza, ondan boş vakitlerimize ve hatta hobilerimize kadar hayatımızın her alanını işgal ettiği bir dönemde yaşıyoruz. Dolayısıyla teknoloji sadece hayatımızı kolaylaştırmakla kalmıyor, fakat aynı zamanda bizi ve içinde yaşadığımız toplumu da dönüştürüyor.

Kullandığımız araba, çamaşır ve bulaşık makineleri, akıllı telefonlar, bilgisayar ve iş hayatında kullandığımız teknoloji inanılmaz bir zaman ve efor tasarrufu sağlıyor. Ancak belki buradan tasarruf ettiğimiz zamanın büyük bir kısmını artık televizyon başında ve sosyal medyada harcıyoruz. Bugün artık teknolojinin kaynaklık ettiği korkularımız bile var. Bunlardan biri “nomofobia” olarak adlandırılıyor ve sözlükte şöyle tanımlanıyor: Telefonsuz kalma ya da bir sebeple onu kullanamama düşüncesine dayanan korku ya da endişe.

İnsan temasta olduğu diğer şeyler/varlıklar gibi kullandığı eşya ile de karşılıklı etkileşim halinde. Bir eşyanın cansız olması bize etki etmeyeceği anlamına gelmiyor. David Hume algılarımızın kendimizi anlama ve etrafımızı anlamlandırmada oynadığı role vurgu yapıyor. Bu açıdan, kullandığımız eşya da ona yüklediğimiz anlama göre farklı manalara geliyor bizim için. Dolayısıyla, eşyalar, semboller, takılar sadece basit materyaller değildir insan için. Bazen bu eşyalar insan kimliğinin ayrılmaz birer parçasıdırlar. Nasıl ki bir şamanın üzerinde taşıdığı doğaya ait bir sembol onun doğa ile bir bağ kurmasına sebep oluyor ve onun kimliğinin bir parçasını oluşturuyorsa, dindar bir Hristiyan’ın haça yüklediği anlam ya da bir Müslüman kadının taktığı başörtüsü de onun kimliğinin önemli bir öğesini oluşturuyor.

Bu eşya ve sembollerin mutlaka toplum muhayyilesinde asırlardır şekillendirdiği derin anlamları var. Bugün ise eşya ile olan ilişkimiz din ve gelenekten çok tüketim toplumunun dayatmasıyla şekilleniyor. Bunun oluşumunda şüphesiz moda, reklamlar, ünlü kişiler ve uluslararası şirketler önemli roller oynuyorlar. Georg Simmel bir yanda insanın taklit etme ve adaptasyon ihtiyacı, diğer yanda farklılık arayışı arasındaki dual yapısını anlatırken modanın rolünü gözler önüne serer. Birey bir yandan birilerine özenirken ya da bulunduğu çevreye uyum arayışı içindeyken diğer taraftan farklılaşma arayışındadır. Başka bir deyişle, moda hem sosyal adaptasyon ihtiyacımızı hem de farklılaşma talebimizi karşılamaktadır. Bazen bir ürün çok yaygınlaşıyor ve kendimizi o ürüne yönelirken buluyoruz. Medya, komşularımız, iş veya okul arkadaşlarımız adeta bunu bizden talep ediyorlar. Bazı durumlarda ise herkes gibi olmamak için en yeni ve kendimizi farklı hissettirecek olan ürüne talip oluyoruz. Bu durumda da biri eskimeden diğer ürünü alıyoruz, bir üründen diğerine koşuyoruz. Bu durumun dünyada sınırlı sayıda kişinin sahip olduğu spor araba, uçak veya sadece bir insan için tasarlanan özel bir eşya gibi aşırı örnekleri de mevcut. Bazı insanlar adeta parmak izi gibi sadece kendilerine ait olan ve onları diğerlerinden ayıran bir farklılık arayışı içindeler. Kimliklerimiz de öyle değil mi? Amin Maalof’un belirttiği gibi, diğer insanlarla paylaştığımız ortak kimliklerimiz var ama aslında her insanın kimliği ona özgü ve eşsiz.

Belli bir marka telefona sahip olmak, pahalı giyinmek ya da lüks bir arabaya binmek bir insanı daha özgüvenli kılabiliyor ve bazı durumlarda ona statü de kazandırıyor. Belli bir süre sonra adeta kendisiyle o eşya arasında bir bağ oluşuyor ve o eşyayı veya o eşyanın ona sağladığı konforu ve statüyü kaybetmek onda derin yaralar açabiliyor. Adeta kimliğinden önemli bir parça yitirmiş gibi hissediyor insan. Bu bir açıdan kimliğin eşyaya transferi ya da eşya üzerine bina edilen kimlik olarak okunabilir.

Evet, irtibat halinde olduğumuz her şey bizde iz bırakıyor. Bu açıdan, diğer alanlarda olduğu gibi eşya ile olan ilişkimizde de tercihlerimiz kimliğimizi şekillendiriyor. Gary Becker insan davranışlarını tüketim teorisiyle açıklarken, insanın tercihlerinde özgür olduğunu ve rasyonel hareket ederek faydasını maksimize etmeye çalıştığını ifade ediyor. Yani bir eşyayı satın almadan önce, o eşyaya ihtiyacımızın olup olmadığını kendimize sorabilir, almamız durumunda kazancımızın veya almamamız durumundaki kaybımızın ve alternatif maliyetlerin hesabını yapabiliriz. İhtiyacımız olmaksızın tükettiğimiz her ürün için daha fazla çalışmamız, hatta bazen borçlanmamız gerektiğini, dolayısıyla bunun boş vaktimizden, ailemize ya da sosyalleşmeye ayıracağımız zamandan fedakarlık anlamına geleceğini de hesaba katabiliriz.

Robert Staughton ve Helen Merrell Lynd çifti “Middle Town” olarak adlandırdıkları ortalama bir Amerikan şehrinde (aslında Indiana eyaletinin Muncie şehri), 1890-1925 yılları arasını kapsayan dönemi belli aktiviteler üzerinden kıyaslayarak sözkonusu toplumdaki sosyal değişimi inceliyorlar. Bu çalışmada, teknolojideki ilerlemeye paralel olarak insanların tüketim alışkanlıklarının da değiştiğini ve eskiden ihtiyaç olarak görülmeyen birçok ürünün insanların hayatını işgal ettiğini belirtiyorlar. Bunun bir sonucu olarak, insanlar teknolojinin sunduğu imkanlardan faydalanmak, ev almak, toplumda statü sahibi olmak veya çocuklarına daha iyi bir eğitim imkanı sağlamak için eskiye göre artık daha fazla çalışmak zorunda olduklarını ifade ediyorlar.

Ayrıca, şehir sakinleri değişimi örneklendirirken, eskiden mesleğin/zanaatkarlığın verdiği hazdan ve grup dayanışmasından kaynaklanan psikolojik tatminlerindeki azalmadan da bahsediyorlar. Bunu kısmen Marx’ın yabancılaşma kavramıyla açıklayabiliriz. Sosyal sınıfların şekillenmesinde nasıl ki üretim süreçleri önemli ise, bir bireyin aidiyetlerinden biri de yaptığı iş ve ürettiği ile olan ilişkisidir. Ancak kapitalist sistemde seri üretimin gerektirdiği iş bölümünden dolayı bir işçi üretim sürecinin tamamına etki edemediğinden işine yabancılaşmaktadır. Bir zanaatkara göre bir fabrika işçisinin yaptığıyla övünebileceği bütün bir işi/eseri yoktur ve ortaya koyduğu ürün eksiktir. Lind çiftinin araştırmasında ortaya çıkan başka bir gerçek ise, eskiye göre sendikaların önemini yitirmesi ve sermayedarların genel olarak şehirdeki yönetimde söz sahibi olmalarıdır. Yeni sistemde maaşını garanti altında gören işçi, eskiye göre daha fazla vaktini işine ayırmak zorundadır. Ancak bu durumda da sosyalleşmeye ve dayanışmaya ayıracağı yeterli vakti kalmamıştır. Ailesine, arkadaşlarına, ait olduğu grup, cemiyet ya da topluma daha az vakit ayırmaya başlamış, gittikçe yalnızlaşmış ve sonuçta savunmasız kalmıştır. Dolayısıyla işine yabancılaşmış ve artık yalnızlaşmış bir birey olarak, sisteme karşı da mücadele edecek gücü kendinde bulamamaktadır.

Bunların hepsi belki tercihlerimizin neticesi. Ancak insan gerçekten tercihlerinde her zaman özgür müdür? Ya da tercihlerinde kendisini özne zannederken o tercihe mecbur mu bırakılıyor? Althusser, “subject” kelimesinin isim ve fiil formları üzerinden bir kelime oyunu ile, aslında sistemin insanı çevrelediğini ve bireye sadece itaat etme noktasında bir özgürlük alanının kaldığını ifade ediyor. Bu yaklaşıma göre, kapitalist sistem, “baskıcı ve ideolojik devlet aygıtı (repressive and ideological state apparatuses)” vasıtasıyla bizi kuşatırken tercihlerimizi, hobi ve fobilerimizi, hayat tarzımızı şekillendiriyor ve biz tercihi kendimizin yaptığını zannediyoruz. Kapitalist sistem, Althusser’in ideolojik devlet aygıtları arasında saydığı özellikle eğitim sistemi ve medya aracılığı ile hayatlarımıza nüfuz ediyor ve kendini yeniliyor. Bir yandan sistem, eğitim sistemiyle alışkanlıklarımızı, ilişkilerimizi ve davranış biçimimizi şekillendiriyor. Öte yandan, sistemin devamı için tüketim hayati önemde olduğundan dolayı, medya, moda ve reklamlar yoluyla insanlar daha fazla tüketmeye teşvik ediliyor. Böylece sistem kendini yeniliyor.

Sistem bizi yalnızlaştırdığında ve tercihlerimizi, düşünce ve davranışlarımızı şekillendirmeye başladığında artık kısır bir döngüye girmiş oluyoruz: Daha fazla tüketmek uğruna daha fazla çalışmak. Bu şekilde hem üretirken hem de tüketirken sistemin devamını sağlamış oluyoruz. Artık daha fazla çalışmaya mecbur olduğumuz için fiyatımızı ve hayat standardımızı da sistemi elinde bulunduranlar belirliyor. Bize sunulan hayat standardını, statüyü, konforu, kredi ile aldığımız geniş evi, arabayı ve sahip olduğumuz diğer şeyleri kaybetmemek için daha fazla çalışmalı, kredi borçlarımızı zamanında ödemeliyiz. Bu standardı kaybetmemek için eskiyeni yenisiyle değiştirmeli, daha fazla tüketmeli, yani daha fazla çalışmalıyız. Lind çifti “Middle Town” sakinleri için yaklaşık bir asır önce şu soruyu soruyor: “Daha fazla çalışmaya mecburlar mı?” Şehir sakinlerinden biri şehirdeki değişimi ifade ederken soruya da cevap vermiş oluyor aslında: “Artık en iyi dostumuz bankerler”. Eğer en iyi dostumuz bankalar ve bankerler ise hayatımız ipotek altında demektir. Ve biz her gün kendimizden/kimliğimizden verirken başkaları adına çalışıp başkaları adına tüketiyoruz demektir.

KAYNAKÇA

Althusser, Louis. (1971). Lenin and Philosophy and other Essays. New York and London: Monthly Review Press.

Becker, Gary S. (1976). The Economic Approach to Human Behaviour. Chicago and London: The University of Chicago Press.

Hume, David. (1896). A Treatise of Human Nature. (reprinted from the Original Edition in three volumes and edited, with an analytical index, by L.A. Selby-Bigge, M.A.) Oxford: Clarendon Press

Online Library of Liberty: https://oll.libertyfund.org/titles/342

Lynd, Robert S., and Helen Merrell Lynd. (1929). Middletown: A Study in Modern American Culture. A Harvest/HBJ Book.

Maalouf, Amin. (2003). In the Name of Identity: Violence and the Need to Belong. U.S.A.: Penguin Books.

Marx, Karl and Friedrich Engels. (n.d.). The German Ideology. (Publisher is unknown).

Simmel, Georg. (1957). “Fashion”. The American Journal of Sociology, Vol. 62, No. 6.: 541-558.

http://links.jstor.org/sici?sici=0002-9602%28195705%2962%3A6%3C541%3AF%3E2.0.CO%3B2-2

You may also like

No items found.