Devlet ve Sembolik Şiddet

July 30, 2025
by Muhammed Sevim, published on 30 July 2025
Devlet ve Sembolik Şiddet

Pierre Bourdieu, Devlet Üzerine (Sur l'État) adlı eserinde, devlet söz konusu olduğunda bizi ön kabullere ve ortak kanılara karşı her zamankinden daha dikkatli olmaya çağırır. Ona göre, “öznesi devlet olan bütün cümleler teolojik cümlelerdir” çünkü temelinde “varlığına müştereken duyulan bir inanç bulunmaktadır.”

Peki, devlet nedir ve nasıl oluyor da ona itaat ediyoruz? Max Weber’e göre devlet, belirli bir toprak parçası üzerinde meşru fiziksel şiddet kullanma tekeline sahip olan kuruluştur.1 Bourdieu ise bu tanımı geliştirerek, devleti “fiziksel ve sembolik şiddet tekeli” olarak yeniden tanımlar. Hatta ona göre, “sembolik şiddet tekeli bizzat fiziksel şiddetin icrasının koşulu olduğuna göre, buna ‘meşru sembolik şiddet tekeli’ de diyebiliriz.”

Bourdieu’nün sembolik şiddet (symbolic violence) kavramı, açık baskı ya da zor kullanmaksızın bireylerin zihinleri üzerinde kurulan hegemonik bir tahakkümü ifade eder. Bu güç, hâkim sınıfın kültürel değerlerini, normlarını ve sembolik formlarını “doğal” ve “evrensel” gibi sunarak, alt sınıfların bu düzeni sorgulanamaz biçimde içselleştirmesini sağlar. Örneğin, soylular kendi değer ölçülerini bu yolla toplumun geneline dayatabilir. Devlet de benzer şekilde, resmi dil, imla kuralları, ölçü birimleri ve hukuk sistemi gibi araçlarla toplumsal bir norm inşa eder. Bu merkezileştirme, standartlaştırma ve homojenleştirme süreci, özellikle eğitim sistemi aracılığıyla kendini sürekli yeniden üretir.

Devlet, “resmi sözün, düzenlemelerin, kuralların, düzenin, vekaletin, adlandırmanın dolaşımda olduğu mekandır,” der Bourdieu. Devletin eli her yere uzanır. En temel işlevlerinden biri, çeşitli edimleri kamusallaştırmak, yani görünür ve tanınır hale getirmektir. Örneğin, bir evliliğin ilanı bu türden bir edimdir.

Bourdieu’ye göre devlet, “eşi benzeri olmayan bir meşrulaştırma merciidir”; kişileri ve fiilleri tasdik eder, yaptığı sınıflandırmaların ise doğal ve meşru görünmesini sağlar. Bu bağlamda en bilinen örneklerden biri diplomadır. Devlet, diplomalar yoluyla resmi adlandırmalarda bulunur; bir kişiye toplumca tanınan bir unvan vererek sembolik şiddet tekelini sürdürür. Böylece okul diplomasına mutlak, evrensel ve herkesçe tanınan bir sembolik sermaye yükler. Verdiği bu unvanı ve bakış açısını herkes için geçerliymiş gibi dayatarak, diplomaya sahip olanların simgesel mücadelelerde görecelikten sıyrılmasını sağlar.

Benzer şekilde, Türkiye’de devlet yalnızca yönetimsel ve idari bir aygıt değil; aynı zamanda kendi varlığını semboller, ritüeller ve dil aracılığıyla meşrulaştıran, anlam üreten, kimlik inşa eden ve kutsiyet atfedilen bir simgesel otoritedir.

Devletin kutsallaştırılması, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan tarihsel süreçte şekillenmiş bir zihinsel yapının ürünüdür. Osmanlı’daki “padişah-devlet” özdeşliği, Cumhuriyet döneminde “ulus-devlet” inşasıyla birlikte biçim değiştirir; ancak devletin üstün, tartışılamaz ve eleştirilemez bir otorite olarak algılanması büyük ölçüde devam eder. Émile Durkheim’ın kolektif bilinç kavramıyla açıklarsak, Türkiye’de devlet yalnızca hukuki bir kurum değil; aynı zamanda ulusun manevi birliğini sağlayan, bireyin kimliğini anlamlandıran bir “kutsal varlık” haline gelmiştir. Bu kutsiyet; eğitim sisteminden bayrak törenlerine, resmi söylemlerden medyadaki temsillere kadar her düzlemde yeniden ve yeniden üretilmektedir.

Antonio Gramsci’nin hegemonya kuramı, Türkiye’de devletin sadece baskı aygıtlarıyla değil, aynı zamanda rıza üreterek ve kültürel/ideolojik etki yoluyla iktidarını nasıl sürdürdüğünü anlamak açısından son derece açıklayıcı bir çerçeve sunar. Hegemonya, devletin çıkarlarının toplumun genel çıkarı gibi sunulması ve bu yolla bireylerin gönüllü rızasının sağlanması sürecidir. Gramsci, devletin mutabakatı yerleştirme ve yeniden üretme işlevlerine özellikle dikkat çeker. Bu noktada devletin kültürel aygıtları (okul, medya, din hizmetleri vb.)2 hegemonik düzenin yeniden üretiminde kritik rol oynar. Bayrak törenleri, millî marş, resmî yeminler ve devlet dairelerindeki Atatürk (günümüzde Erdoğan) portreleri gibi semboller, devletin gündelik yaşamda sürekli hissedilmesini sağlar.

Bu tür ritüel ve semboller, Bourdieu’nün üzerinde durduğu bedensel disiplin ve bedensel öğrenme bağlamında da değerlendirilebilir. Çocuk yaşta öğrenilen bu ritüeller, bireyde devlete yönelik otomatik bir saygı ve itaat geliştiren bir bedensel habitus oluşturur. Böylece birey, devlete itaat etmeyi düşünmeden, neredeyse refleksif biçimde yerine getirir. “Andımız” pratiğinde olduğu gibi, bir öğrenci sabahları sıraya girerek, bayrak karşısında durarak ve yüksek sesle bu metni tekrar ederek hem bedensel hem de simgesel düzeyde devletin değerlerini içselleştirir. 

Benzer bir etkiyi askerlik uygulamasında da gözlemleriz. Türkiye’de askerlik, yalnızca bir yurttaşlık yükümlülüğü değil, aynı zamanda erkeklik ve aidiyetin yeniden inşa edildiği bir sosyal alan olarak işler. Michel Foucault’nun disiplin mekanizmaları çerçevesinde değerlendirildiğinde, askerlik süreci bireylerin bedenlerini standartlaştırır, hareketlerini homojenleştirir ve sonuçta “devlete sadakat” üretir.

Eğitim, medya ve askerlik aracılığıyla bu “hayali cemaat”3 sürekli olarak yeniden inşa edilir. Bu cemaatin mevcudiyetini sürdüren temel unsur ise devlettir. Devlet, yalnızca siyasi bir organizasyon değil; aynı zamanda bu cemaatin baba figürü ve garantörüdür. Ulusun bekçisi ve varlığının güvencesi olarak temsil edilen devlet, “Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” veya “Devlet ebed müddet” gibi söylemlerle, kendi sürekliliğini ulusun sürekliliğiyle özdeşleştirir. Bu bağlamda ulusal kimlik, devlet etrafında örülen hayali bir cemaatin tezahürü haline gelir.

Öte yandan, Bourdieu’ye göre “sembolik iktidar, şeyleri kelimelerle vücuda getirme iktidarıdır.” Devlet, dil yoluyla nesneleri, kimlikleri ve toplumsal grupları inşa edebilir. Dil yalnızca bir iletişim aracı değil; aynı zamanda iktidarın taşıyıcısıdır. Ona göre “doğru dil” aslında devletin dilidir. Devletin kullandığı söylem, bireyin hem kendini hem de toplumu algılayış biçimini belirler. Türkiye’de devletin diliyle konuşmak; resmî ideolojiye uyum sağlamak, devlete sadakat göstermek ve “makbul vatandaş” olmanın başlıca yollarından biridir.

Benzer şekilde, Judith Butler, dilin yalnızca tanımlayıcı (descriptive) değil, aynı zamanda edimsel (performative) olduğunu savunur. Başka bir deyişle, bir söz yalnızca bir şeyi ifade etmekle kalmaz, aynı zamanda bir eylem gerçekleştirir (örneğin: aşağılar, dışlar, tehdit eder). Bu nedenle, dil sabit ve tarafsız bir araç değil; toplumsal ilişkileri şekillendiren, özneyi inşa eden ve siyasi mücadelelere alan açan bir güçtür.

Türkiye’de devletin dilinde bazı kavramlar belirgin bir performatif etkiye sahiptir. Örneğin, birinin “hain”, “terörist” ya da “devlet düşmanı” olarak nitelenmesi, yalnızca tanımlayıcı bir ifade değil; aynı zamanda o kişi hakkında toplumsal bir gerçekliğin inşasıdır. “Terörist” etiketi, hukuki bir karar olmaksızın da kişinin kamusal meşruiyetini yitirmesine ve toplumsal alanda dışlanmasına yol açar. “Devlet düşmanı” ya da “bölücü” gibi tanımlamalar, fiziksel cezadan çok daha etkili bir simgesel şiddet üretir. Öte yandan “şehit”, “gazi”, “vatan evladı” gibi sıfatlar, bireye kutsallık, onur ve ayrıcalık atfeder. Bu tür söylemler, bireylerin devletle kurduğu ilişkiyi doğrudan etkiler: Devletle özdeşleşen bireyler “makbul vatandaş” olarak addedilirken, muhalif ya da karşı çıkanlar “düşman” olarak etiketlenir. Sonuç olarak bu söylem, hem disiplin hem de rıza üretir.

Türkiye’de devletin “terör” bağlamındaki adlandırma ve sınıflandırma gücüne verilebilecek iki güncel örnek, PKK ve Gülen Cemaati’dir. Devlet, uzun yıllar boyunca mücadele ettiği silahlı bir terör örgütüyle bir anda barış sürecine girebildi. Bu doğrultuda söylemini değiştirdi ve kamuoyunu hazırlamak ve tabanı ikna etmek için sürecin sözcülüğünü MHP’ye devretti. Süreç içerisinde Abdullah Öcalan’a açıklama yaptırıldı ve bir törenle silahlar bırakıldı.

Diğer taraftan, şiddeti reddeden diğer gruba yaklaşık on yıldır yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda bu şiddeti meşrulaştıran yoğun bir simgesel şiddet uygulanmakta. Bu süreç, İslamcı aktörler aracılığıyla işletilmiş; yani devlet, yapılanların kamuoyu nezdinde kabul görmesini sağlamak için, meşruiyet üretme işlevi görebilecek uygun siyasal aktörleri devreye sokmuştur (PKK örneğinde MHP, Cemaat örneğinde ise AKP). Önce, 17-25 Aralık (2013) sürecini müteakip devreye sokulan “paralel yapı” (PDY) söylemi, 15 Temmuz’a yaklaşırken Milli Güvenlik Kurulu kararıyla (26 Mayıs 2016) “terör örgütü”ne dönüştü.4 Akabinde, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında geniş kitlelerin kullanımına açılan “FETÖ” söylemi, medya aracılığıyla gündelik yaşamın her alanına sirayet etti. Ancak, bu nefret söylemi, zamanla sadece 15 Temmuz’un değil, adeta tüm kötülüklerin sembolü hâline geldi. Adeta, Habil ve Kabil’den bu yana işlenen cinayetlerin ve Nuh Tufanı’na dek uzanan felaketlerin içine doldurulduğu bir çuvala dönüştü. Böylece, 15 Temmuz ile meşrulaştırılan söylem, zamanla bağlamından koptu ve devlet söyleminde her türlü eleştiriyi bastırmak için başvurulan genel bir aparat oldu.

Elbette, halkın rızası ve muhalefetin dolaylı mutabakatı olmaksızın devletin bu denli kapsamlı bir zulmü icra etmesi mümkün olamazdı. Bu kavram icat edilirken ve cadı avında kullanılırken “cemaatten kurtuluyoruz” diyerek sessiz kalanlar, bugün aynı söylemin kendilerine yöneltilmesinden endişe duyuyor. Öte yandan, disipline edilen, devleti kutsayan ve sonunda “devlet gibi düşünen” kalabalıkların rızası olmadan bu nefret söyleminin bu kadar yaygınlaşması ve devletin uyguladığı şiddetin meşrulaşması mümkün değildi. Bu açıdan bakıldığında, Cumhuriyet tarihi boyunca devletin azınlıklara, Kürtlere, Cemaate ve diğer toplumsal gruplara yönelik baskı ve dışlayıcı politikalarında toplumun farklı kesimlerinin de dolaylı ya da dolaysız bir payı olduğu söylenebilir.

Bourdieu’nün yazının başındaki uyarısına dönersek, devletin icraatlarına karşı tetikte olmak gerekir; zira devletin uyguladığı şiddet yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda simgesel ve dilsel bir şiddettir. Bu şiddet türü bir kez inşa edildiğinde görünmezleşir ve doğalmış gibi algılanmaya başlar. En tehlikelisi ise bu şiddetin rızaya dayalı bir tahakküm üretmesidir.

Bu nedenle devletin önümüze koyduğu her söylemde ve ürettiği her kavramda yapılması gereken, onun “doğal” görünmesini engelleyecek şekilde, kökene geri gitmek ve oradaki güç ve sermaye (ekonomik, kültürel, sosyal ve sembolik)5 ilişkilerine ve ittifaklara bakmaktır. Çünkü, Bourdieu’nun belirttiği gibi, “köken asli meselelerin döndüğü, mücadelelerin görüldüğü yerdir.” Bu bakış açısı, dilin ve kavramların toplumsal gerçekliği nasıl kurduğunu, sembolik sermaye yoluyla nasıl bir tahakküm ilişkisi inşa ettiğini anlamak açısından hayati önemdedir.

Notlar

1- Burada önce toplum sözleşmesi bağlamında konu tartışılabilirdi. O durumda da fiziki şiddet tekeli yine devlete devredilmiş oluyor. Bu yazıda Weber’in yaklaşımından hareketle Bourdieu’nun yaptığı analize odaklanıldığı için diğer devlet tanımlarına değinilmedi.

2- Burada Louis Althusser’in “Devletin İdeolojik Aygıtları” kavramsallaştırması bağlamında tartışma genişletilebilir. Buna daha önce başka bir yazıda değindiğim için burada tekrar etmedim.

3- “Hayali cemaatler” (imagined communities) kavramı, Benedict Anderson’a aittir. İnsanlar birbirini tanımasa da ulusların ortak semboller, medya, dil ve ritüeller aracılığıyla birbirine bağlı hissettiği “hayali” bir topluluk olarak inşa edildiğini savunur.

4- 30 Ekim 2014 tarihli MGK kararında, “milli güvenliğimizi tehdit eden ve kamu düzenini bozan iç ve dış legal görünüm altında illegal faaliyet yürüten paralel yapılanmalar ve illegal oluşumlar”; 29 Nisan 2015 tarihli kararında, “milli güvenliği tehdit eden paralel devlet yapılanması ve illegal oluşumlar”; ve 26 Mayıs 2016 tarihli kararında ise, “milli güvenliğimizi tehdit eden ve bir terör örgütü olan paralel devlet yapılanması” olarak tarif edilmiştir.İlgili kararlar için bkz: 2014 Yılı Basın Açıklamaları, MGK Genel Sekreterliği, MGK Genel Sekreterliği. Bu süreçte, “paralel yapı”dan “terör örgütü” söylemine geçişin 15 Temmuz’dan önce olması, kamuoyunun hazırlanması ve buna uygun dil inşa edilmesi çabasını göstermesi açısından önemli.

5- Bourdieu sosyolojisinde önemli yer tutan sermaye türleri.

Kaynakça

Bourdieu, P. (1984). Distinction: A social critique of the judgement of taste (R. Nice, Trans.). Cambridge, MA: Harvard University Press.

Bourdieu, P. (1990). The logic of practice (R. Nice, Trans.). Stanford, CA: Stanford University Press.

Bourdieu, P. (2020). Devlet Üzerine Coolege de France Dersleri (1989-1992). (Çev. Aslı Sümer). İstanbul:İletişim Yayınları  (Orijinal eser: Sur l'État, 2012)

Bourdieu, P. (2020). Seçilmiş Metinler (Çev. Levent Ünsaldı). Ankara: Heretik Yayıncılık.

Butler, J. (1997). Excitable Speech: A Politics of the Performative. New York: Routledge.

Durkheim, E. (1912). The Elementary Forms of Religious Life.

Foucault, M. (2019). Hapishanenin Doğuşu. (Çev. M. Ali Kılıçbay). Ankara: İmge Kitabevi.
(Orijinal eser: Surveiller et punir, 1975)

Gramsci, A. (1971). Selections from the Prison Notebooks.

Weber, M. (1978). Economy and society: An outline of interpretive sociology (G. Roth & C. Wittich, Eds.; E. Fischoff et al., Trans.). Berkeley: University of California Press.

You may also like

No items found.