Küresel değişim süreçleri genellikle jeopolitik krizler, savaşlar ve büyük güçler arasındaki rekabet üzerinden değerlendiriliyor. Çin’in yükselişi, Ukrayna’daki savaş ya da Gazze’de yaşanan çatışmalar, uluslararası siyasetin öne çıkan başlıklarını oluşturuyor. Ancak içinde bulunduğumuz dönemin en az bu gelişmeler kadar önemli bir boyutunu, ekonomik ilişkilerdeki dönüşüm oluşturuyor. Özellikle, Trump’ın ikinci döneminde ABD’de uygulanmaya başlayan gümrük tarifeleri, şirketlerin işleyişine doğrudan müdahaleler ve stratejik sektörlerde devletin fiilen ortak konuma gelmesi, kapitalizmin merkezinde radikal bir dönüşümün işaretleri olarak karşımıza çıkıyor.
Ticaret Savaşlarının Seyri
Trump’ın ekonomi politikalarının merkezinde gümrük tarifeleri yer alıyor. 2025 yılının ilk aylarında açıklanan ve daha sonra çeşitli ertelemelerle gündemde kalan en az %10’luk küresel tarife planı, ABD’nin tüm ticaret ortaklarına ve tüm ürünlere aynı anda uygulanacağı iddiasıyla duyuruldu. Trump ayrıca, çelik ve alüminyumda %50 ek gümrük vergisi getirdi. Bu politika, Dünya Ticaret Örgütü’nün onlarca yıldır inşa ettiği serbest ticaret sistemine karşı doğrudan bir meydan okuma niteliği taşıyordu.
Uygulamanın pratik sonuçlarına bakıldığında ise Trump’ın ilan ettiği sert söylemin sahada aynı düzeyde yansımadığı görülüyor. ABD’nin toplam ithalat hacmi ile gümrüklerde toplanan tarife gelirleri karşılaştırıldığında, efektif tarife oranı %10’un altında kalıyor. Örneğin, ABD 2025 yılının Haziran ayında yaptığı 337,5 milyar dolarlık ithalat bağlamında 28 milyar dolar gümrük geliri elde etti. Bu da %8 civarında bir fiili vergi oranına tekabül ediyor. Trump’ın tüm ürünlere eşit şekilde uygulanacağını ilan ettiği %10’dan başlayan küresel tarife söylemi, bu nedenle gerçekte sınırlı bir etki yaratıyor.
Bu sınırlılığın başlıca nedeni, ABD’nin en büyük ticaret ortakları olan Kanada ve Meksika ile yürürlükteki serbest ticaret anlaşmaları teşkil ediyor. Trump, her iki ülkeyi de sert söylemlerle tehdit etmesine rağmen, uygulamada bu ülkelere yönelik kapsamlı tarifeleri devreye almadı ve ikili pazarlıklarla süreci yönetmeye çalıştı. Buna karşın Çin, Brezilya, Hindistan ve Vietnam gibi ülkelerden ithal edilen ürünlerde yüksek oranlı vergilerin toplam ithalat içindeki ağırlıkları nispeten sınırlı kalıyor.
Şirketlere Doğrudan Müdahaleler
Trump döneminin asıl dikkat çekici yönü, devletin şirketlerin karar mekanizmalarına doğrudan müdahale etmesi oluyor. Bu noktada üç örnek öne çıkıyor:
US Steel: ABD’nin sembolik öneme sahip çelik şirketi US Steel’in, Japonya merkezli Nippon Steel tarafından satın alınması sürecine Trump doğrudan müdahale oldu. Normal piyasa koşullarında hisse devriyle gerçekleşen bu satın almada Japon şirketin karar alma gücü altın hisse adı verilen yeni bir uygulamayla kısıtlandı. Buna göre, şirketin %100 hissesi yabancı bir firmaya geçse dahi stratejik kararlar için ABD Başkanı olarak Trump’ın onayı gerekecek. Nitekim, geçtiğimiz günlerde Trump şirketin Illinois’daki Granite City tesisleri kapatma kararını iptal ederken bu yetkisini kullandı. Böylece ABD devleti, herhangi bir bedel ödemeden şirketin fiili ortağı haline geldi.
Nvidia: Yapay zeka ve ileri teknoloji çip üretiminde dünya lideri olan Nvidia, en büyük pazarlarından biri olan Çin’e ihracat yapmak istiyordu. Trump yönetimi başta çip ihracatını kısıtlasa da, Nvidia yöneticileriyle yaptığı konuşmalardan sonra Çin’e ihracata izin verdi. Ancak, Trump ihracat izni karşılığında, Nvidia’nın bu satışlardan elde edeceği kârın bir kısmının hazineye aktarılmasını şart koştu. Böylece ABD devleti, özel bir şirketin gelirine hiçbir katkı vermeden doğrudan ortak olmuş oldu.
Intel: ABD’nin önde gelen işlemci üreticisi Intel de benzer bir müdahaleyle karşılaşıyor. Şirketin aldığı devlet teşviklerinin karşılığında Intel’in hisselerinin %10’u Amerikan hazinesine devredildi. Bu uygulama, piyasa ekonomisinin temel ilkeleriyle çelişen, devletin doğrudan mülkiyet ilişkisine girdiği sıra dışı bir örnek teşkil ediyor.
Trump’ın yaklaşımını anlamak için Biden dönemindeki politikalarla karşılaştırma yapmak fayda var. Biden yönetimi de stratejik sektörlerde müdahaleci politikalar izliyordu. 2022 yılında çıkartılan Chips ACT kapsamında yarı iletken sektörüne büyük teşvikler sağlanmış, yenilenebilir enerji ve yeşil teknolojiler için devlet destekleri uygulanmıştı. Ancak Biden döneminde tercih edilen yöntem, teşvik ve kısıtlama mekanizmalarıyla şirketlerin yönlendirilmesi olmuştu. Buna karşılık Trump, şirketlerin karar alma süreçlerine doğrudan müdahale ediyor.
Trump’ın şirketlere doğrudan müdahaleleri Çin’deki devlet kapitalizmi uygulamaları hatırlatıyor. Çin devleti uzun süredir şirketlerin hangi sektörlere yatırım yapacağına, hangi ürünleri geliştireceğine ve hangi pazarlara açılacağına doğrudan karar veriyor. Özellikle yapay zeka gibi stratejik alanlarda devlet, şirketlerin politikalarına müdahale ediyor ve sınırlarını çiziyor. Alibaba gibi dev firmaların yöneticileri, siyasi söylemlerinde devlet çizgisine aykırı davrandıklarında aniden ortadan kayboluyor ya da görevlerinden çekilmek zorunda kalıyor. Bugün ABD’de Trump’ın uygulamaları, kapitalizmin merkezinde bu modele benzer bir yaklaşımın güçlendiğini gösteriyor.
Küresel Yansımalar
ABD’deki bu değişim yalnızca ülke içinde değil, küresel düzeyde de sonuçlar doğuruyor. Serbest piyasa ekonomisinin öncüsü olarak görülen bir ülkenin devlet kapitalizmine benzer yöntemlere yönelmesi, dünya genelinde yeni bir eğilimin habercisi olabilir. Çin’de uzun süredir gözlemlenen devlet müdahaleleri ile ABD’deki yeni uygulamalar arasındaki benzerlik, küresel ekonomide bloklaşma ihtimalini gündeme getiriyor.
Öte yandan stratejik yatırımların niteliği de değişiyor. Geleneksel olarak askeri üsler üzerinden tanımlanan jeopolitik güç, günümüzde veri merkezleri ve yapay zeka altyapıları üzerinden de şekilleniyor. ABD menşeli şirketlerin Birleşik Arap Emirlikleri ya da İngiltere gerçekleştirdiği büyük ölçekli teknoloji yatırımları, bu yeni stratejik anlayışın örneklerini sunuyor.
Trump döneminde ABD’nin ekonomi politikaları, kapitalizmin temel varsayımlarını sorgulatacak ölçüde değişiyor. Gümrük tarifeleriyle başlatılan ticaret savaşları, şirketlere doğrudan müdahalelerle yeni bir boyut kazanıyor. Altın hisse uygulaması, şirket kârlarına devlet ortaklığı ve hisse devri gibi adımlar, piyasa ekonomisinin serbestlik ilkesini aşındırıyor.
Bu dönüşüm yalnızca Amerikan iç politikasının bir yansıması değil; aynı zamanda küresel ekonomik düzenin geleceğine dair ipuçları taşıyor. Serbest piyasa ile devlet müdahalesi arasındaki çizginin giderek belirsizleşmesi, önümüzdeki yıllarda yeni bir ekonomik paradigmanın doğmasına yol açabilir.