14 MAYIS SEÇİMLERİ ÜZERİNE GENEL BİR DEĞERLENDİRME

May 15, 2023
by Bahadır Gülle, published on 15 May 2023
14 MAYIS SEÇİMLERİ ÜZERİNE GENEL BİR DEĞERLENDİRME

Türkiye dün yakın tarihinin en önemli seçimini yaptı. Hem iktidar hem  muhalefet kampanyalarını “ülkenin yönünü tayin edecek son büyük hesaplaşma” temasıyla yürüttü. Yüksek tempolu, heyecanlı bir kampanya dönemi ve rekor katılımla seçim gerçekleşti.   

İlk turu önde bitiren Erdoğan’ın ikinci turda kaybetmesi imkansıza yakın. Tüm devlet kurumları, medyanın tamamına yakını ve halkın yarıya yakınının desteğini almış; mecliste çoğunluğu ele geçirmiş, kitlesi motive, morali yüksek  bir Erdoğan muhtemelen oylarını daha da artırarak 2. turda rahat şekilde seçilecek.

Bu seçimle Türkiye yönünü tayin etti. Bu yön tam otoriterliktir. Tam otoriterlikten kasıt varolan bazı özgürlüklerin kısıtlanması değil, zaten yokedilmiş özgürlüklerin geri kazanımı ihtimalinin ortadan kalkmasıdır.

Nasıl insan kararları sadece içinde bulunulan durumdaki rasyonel tercihlerden ibaret olmayıp insanın tüm geçmiş tecrübelerinin bir sonucuysa ülkenin şu anki siyasi durumu da tarihsel bir birikimin sonucu. Cumhuriyet’in tarihi devletin halkla mücadelesinin tarihiydi. Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılanlar belki toplumu hızla dönüştürme zorunluluğuyla açıklanabilirdi. Ama halkla mücadele bitmedi. Ülke tarihi toplumu dizayn etmek için yapılan darbeler tarihi olarak aktı.

10 yılda bir yapılan darbeler bizim zaten darbe geleneğimiz var, Osmanlı’da da darbeler vardı diyerek hafife alınmaya çalışıldı. Etkileri, toplumda oluşturduğu birikim anlaşılmak istenmedi. Osmanlı'daki darbeler yönetimdeki bazılarını değiştirmek için yapılan, klasik iktidar mücadelesinin sonucuydu. Cumhuriyet dönemindekiler toplumu dizayn etmeyi hedefleyen, halka karşı yapılmış, her biri ağır travmalar bırakan tepeden indirilen balyozlardı.

Siyaset demokrasiye geçildiği günden itibaren enerjisini ülkeyi yönetmeye değil devleti dönüştürmeye harcadı. Bir türlü kapsayıcı hale gelemeyen, halkın çoğunluğuna öteki olduğunu hissettiren bir devlete karşı olmaktan meşruiyet devşiren siyasi liderler devlete karşı kazandıkları zafer ölçüsünde halk nazarında itibar gördüler.

İlk kez 2000’lerde bu kısır döngünün kırılması için bir fırsat penceresi açıldı. Bu fırsatı doğuran şey sadece AB Reformlarını ve demokratikleşmeyi hayatta kalmak için mecburi gören AKP iktidarı değildi. Asıl neden bu dönüşüme devletin içinde destek verecek kadroların bulunmasıydı. Bu kadroların devletin dönüşümü, demokrasi için mücadeleye, risk almaya hazır olmasıydı.

2010’lara gelindiğinde bir umut doğmuştu. AB reformları, demokratikleşme, askeri vesayetin bitmesi, kişi başına gelirin 13 bin Doları bulması, toplumdaki özgürlük talepleri çoğu insana bunun başarılabileceğine inandırdı.

Ancak, yoz siyasetçilerin hegemonyayı değiştirebilecek ne vizyonları, ne enerjileri, ne de bu işin zorluklarına katlanabilmelerini sağlayacak ahlakları vardı. Erdoğan devleti dönüştürmek yerine hırpaladığı devletle anlaşmayı seçti. 

Erdoğan’la devletin anlaşması aslında bir fabrika ayarlarına dönme anlaşmasıydı. Fabrika ayarlarına dönülecek, karşılığında da yolsuzlukları ortaya çıkmış Erdoğan kurtarılacaktı. Fabrika ayarları ancak otoriter bir yönetimle sağlanabilirdi. Devletle Erdoğan’ın anlaşmasıyla ilk kez devlet halk desteğine kavuştu. Böylece, Kürtler ve kendine tehdit gördüğü dini gruplarla ilgili daha önceden yaptıklarını artık halk desteğiyle daha şiddetli yapabilir hale geldi. 

Erdoğan’ın başarısının sırrını kimse anlamıyor. Bu halk neden hala destekliyor diye soruyorlar. Erdoğan’ın tek bir sırrı var. Erdoğan sayesinde “öteki” gibi hissetmiyorlar. Bu ülkede “öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya” dizesinin çoğunluğun hissiyatına tercüman olmasını anlamadılar. Buralar sizin diyor Erdoğan. Bu duyguyu anlamıyor muhalefet. Bu duygu için oy veriyor insanlar. Öteki gibi hissetmedikleri için. Öteki gibi hisseden birinin artık ben varım demesindeki tatmini anlamıyorlar. Anlamadıkları için küçümsüyorlar. 

Devlet ve Erdoğan’ın anlaşmasıyla otoriterlik önündeki tüm engeller kalktı.  Buna engel olabilecek tek güç devletin içindeki değişim isteyenlerdi. Tasfiye edilmeleri gerekiyordu. 15 Temmuz’la rahatça tasfiye edildiler. Bugünkü muhalefetin tam desteğini alarak bunu kolayca yaptılar. Başka türlü kimse 15 Temmuz gibi bir kurguyu bu ülkeye kabul ettiremezdi. 

Cemaatin ülkeyi ele geçireceği boş bir iddiaydı. Cemaatin içindeki bazıları güç hırsına kapılsa bile imkansızdı. Bunun çok basit bir nedeni var. Çünkü cemaatin toplumsal tabanı yoktu. Toplumsal bir taban oluşturabilecek ideolojisi de yoktu. Kamuoyunun tanıdığı, kalkıp insanlara konuşabilecek lideri, lider adayı bile yoktu. Siyasetten anlamadıkları ortadaydı. Dünyada kendisini özdeşleştirebileceği bir ideoloji, akım da yoktu. Devlet içindeki gücünün toplumsal bir tabana evrilerek ülke üzerinde etkili olabilmesi mümkün değildi.

15 Temmuz’la Türkiye otoriterliğe geçişini tamamladı. Devleti hiçbir şekilde dönüştürme vizyonu olmayan CHP, İYİP gibi partilerin yeni kurulan rejime alternatif olması boş bir hayaldi. Neye muhalifler sorusunun cevabı olmayan partilerdi. Neyi farklı düşünüyorlardı. Kürt meselesine bakışta hiçbir farkları yoktu, ezilenlerin siyasi taleplerini devlet izin vermedikçe gündem bile yapamayacak birer vizyonsuz siyasiler kulübüydüler. Kısacası iyi polistiler. Yine de büyük destek aldılar. Kürtler, KHK'lılar, seküler hayat tarzını tehlikede görenler her şeyleriyle destek verdi. Ama toplumdaki büyük değişim talebini siyasete taşıyacak Partiler olmanın çok uzağındaydılar. 

Şimdi ülke artık tamamen farklı bir denklemin içinde. Toplumun bir kesiminde çok ama çok büyük bir hayal kırıklığı var. Siyaset artık alternatif olmaktan çıktı. Herkesin kutsadığı sandık artık kimse için bir şey ifade etmiyor. CHP devekuşu olmaya çalıştı. Kürt sorunuyla ilgili hiçbir adım atmaya cesareti yokken Kürtlerin sorunlarını çözecekmiş gibi, ülkeye hakim aşırı milliyetçiliğe hiçbir itirazı yokken sanki farklıymış gibi davranmaya çalıştı. Olmadı. "Birleştirdiği" eğilimlerin tamamının aslı, Kemalizm dahil, zaten iktidarda fazlasıyla vardı. Gerçek bir muhalefet olmak, devleti dönüştürmeye talip olmak zaten CHP'nin yapabileceği bir şey değildi. Bunu istemiyordu da zaten. İstese bile devlet içinde bu değişim arzusuna destek verecek kadrolar olmadan bunun mümkün olamayacağı ortadaydı.

Kimsenin anlamadığı çok somut bir gerçek var. Türkiye’deki herhangi bir değişim talebinin devlet içinden destek bulmadan gerçekleşmesi mümkün değildir. Hele artık tamamen istihbarat örgütü ve Emniyet etrafında örgülenmiş bir devlette hiç mümkün değildir. Ülkenin demokratikleşmesine destek verebilecek vizyona, birikime sahip tüm kadrolar KHK’larla tasfiye edildi. Yerlerine gelenlerin vizyonu, liyakati ortada. Hayal kurmaya gerek yok.

Bugün artık Türkiye’de demokrasiden bahsetmek mümkün değil. Çünkü artık ülkede yönetime talip, devletle bu alanını paylaşmak için mücadele edecek bir siyaset sınıfı kalmadı. Devlet içinde değişim isteyen kadro, ekip kalmadı. 15 Temmuz'da bu iş bitmişti zaten. 

Şimdi ne olacak? Basit. Herkes küçük hesaplarının peşine düşecek. Kılıçdaroğlu gider, yerine İmamoğlu gelir. Ama CHP artık kimse için ümit olamaz. MHP'nin başına Sinan Ogan geçer. Akşener buna kahrolur. İYİP'ten MHP'ye kaymalar olur. 

Kürt hareketi de büyük bir hayal kırıklığı içinde. Fazla mağduriyet seçmen usandırır. Sonuçta siyaset o mağduriyet bitsin diye yapılıyor. Zaten seçmenleri bunalmışken yanlış tercihlerle eldeki bulgurun bir kısmını da tabanının sempati duymayacağı, kerhen kabul ettiği ittifaklarla harcadılar. Daha da kötüsü milliyetçi çevrelerin bu oy düşüşünü yürüttükleri politikaların halk tarafından onayı olarak görmeleri.

Yakın günler karanlık. Ülkenin sorunları büyümeye devam edecek. Ekonominin toparlanması imkansız. Çünkü hukuka dönmeleri imkansız. Bu ülkenin köprüden önceki son çıkışı 17/25'ti. Tüm hesaplaşma girişimleri kumpas denilerek örtüldü. 

Ama yine de umudu yitirmemek lazım çünkü devam edemeyecek bir sistem kurdular. Ne ekonomik olarak sürdürülebilecek, ne de devletin kurumlarının temel işlevlerini yerine getirmelerini sağlayacak bir sistem inşa edebildiler. İkinci Dünya Savaşı'nda Nazilere direnmiş ünlü entelektüel Edgar Morin'in dediği gibi "Hiçbir kesinliğe sahip olmadan ümit ediyorum. Çünkü umut hiçbir zaman kesinliğe dayanmaz". Şartlar ne kadar aleyhte olsa da umudunu korumak birinci şarttır. Değişim kaçınılmaz. Ne kadar acılı, sancılı da olsa bu rejim gidecek. Yönetemedikleri için gidecekler. Şartlar bugün adını bilmediğimiz yeni aktörler doğuracaktır. Birileri "bulunur elbet kurtaracak bahtı kara maderini" diyecektir.

You may also like

No items found.